İstanbul
DOLAR31.9818
EURO34.8472
ALTIN2243.6

Mahmud Sami Ramazanoğlu kimdir?

Mahmud Sami Ramazanoğlu kimdir?

Nakşibendiyye şeyhi Mahmud Sami Ramazanğolu, ömrü boyunca İslam'a ve Müslümanlara hizmet etti. 12 Şubat 1984'te Medine'de vefat ederek Cennetü'l-baki'ye defnedilme şerefine nail oldu.

Adana’da doğdu. Babası Ramazanoğulları diye bilinen aileden Müctebâ Bey, annesi Ümmügülsüm Hanım’dır. Adana’da rüşdiye ve idâdîde okuduktan sonra İstanbul’a gidip Dârülfünun Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Mezuniyetin ardından İstanbul’da askerlik hizmetini yaptığı dönemde Kelâmî Dergâhı şeyhi Esad Erbîlî’ye intisap etti. Seyrüsülûkünü tamamlayınca Esad Erbîlî tarafından kendisine Nakşibendî hilâfeti verildi (söz konusu icâzet, Erbîlî’nin 1922’de ilk baskısı yapılan Mektûbât’ı içinde yer aldığına göre [134. mektup] bu tarihten önce verilmiş olmalıdır). Ardından Adana’ya yerleşen Mahmud Sami Efendi birkaç yıl sonra irşad faaliyetiyle meşgul olmaya başladı. Tekkelerin kapatılması ve dönemin hassasiyeti sebebiyle faaliyetlerini daha ziyade özel sohbetler şeklinde sürdürdü. El emeğiyle çalışıp kazanmaya önem verdiği için bir ticarethanenin muhasebe defterlerini tutarak geçimini temin etti. 1946 yılında hacca gitti. 1950’de Adana Ulucamii’nde vaaz vermeye başladı. 1951’de gittiği İstanbul’da iki yıl kaldı. 1953’te ikinci hac dönüşü Şam’a yerleşmeye karar verdi. Buradaki Türk öğrencilere Rûḥu’l-beyân ve Mektûbât gibi eserleri okutarak tasavvuf sohbetleri yaptı. Ertesi yıl Şam’a yerleşme kararından vazgeçip İstanbul’a döndü. Erenköy’de Zihnipaşa Camii’nde vaaz verirken bir yandan da özel sohbetler yaparak irşad vazifesini sürdürdü. Bu dönemde de geçimini bir ticarethanenin muhasebe işlerinde çalışarak temin etti. 1979’da ailesiyle birlikte yerleştiği Medine’de 12 Şubat 1984’te vefat etti ve Cennetü’l-bakī‘a defnedildi.

Mahmud Sami Efendi sohbetlerinde bazı sûre tefsirlerine, önceki peygamberlerle Hz. Muhammed ve ashabının hayat hikâyelerine yer verir; edep, tevazu, gönül eğitimi, sohbet, az yeme, az uyuma, teheccüd ve evvâbîn namazları gibi konular üzerinde önemle dururdu. Bütün hareketlerinin dinî kurallara uygun olmasına özen gösterir, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’yi takdir etmesine rağmen halk anlayamaz diye onun görüşlerine sohbetlerinde yer vermezdi. Müridlerin eğitiminde halvet ve erbaîni uygulamaz, râbıta konusunda şeyhe muhabbetin yeterli olduğunu söylerdi. Nakşibendiyye’den başka Kādiriyye’den de hilâfeti olan Sami Efendi müridlerine Nakşibendî evrâdının yanı sıra Kādirî evrâdı da telkin ederdi. Vefatından sonra sevenlerinin sohbet ve irşad hizmetlerini daha çok Musa Topbaş devam ettirmiştir. Hayatı ve şahsiyeti hakkında Sâdık Dânâ (Musa Topbaş) Sultânü’l-ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (İstanbul 1991), Osman Karabulut Ârifler Sultanı Ramazanoğlu Mahmud Sami (Konya 1994), Mustafa Özdamar Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi (İstanbul 2000) adlı eserleri kaleme almışlardır.

Mahmud Sami Ramazanoğlu'yla ilgili şöyle bir menkıbe nakledilir:

Bir gün Hızır -aleyhisselâm-, evlerinin kapısına gelerek, hizmetçi kadın vâsıtasıyla muhtereme vâlideyi (Sâmi Efendi’nin annesini) kapıya çağırır. Her ne kadar vâlide hanım;

“–Kızım, ne isterse ver!” tembihinde bulunsa da ziyaretçi;

“–Hayır muhakkak kendisi ile görüşmem lâzım!” diye ısrar edince, mecbûren kapının arkasına gizlenerek:

“–Buyurun!” der. Hızır -aleyhisselâm-:

“–Kızım, hâmile olduğunu biliyor musun? Senin vâsıtanla büyük bir insan dünyaya gelecek ve sol eğe kemiği üzerinde büyükçe bir ben bulunacak, uzun müddet İslâm’a hizmet edecek. Bu müddet zarfında haram ve helâle dikkatli ol ve ismini de «Mahmud Sâmi» koy!” müjdesini verir ve teberrüken bir gömlek ister. Gömlek getirilinceye kadar ortadan kaybolur.

SAMİ EFENDİ’NİN TAHSİLİ

Mahmud Sâmi Efendi ilk ve orta mektep tahsilini memleketi Adana’da tamamladı. Yüksek tahsil için İstanbul’a geldi. Dâru’l-Fünûn (İstanbul Üniversitesi) Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Çok başarılı bir talebe idi. Yüzündeki melâhat ve güzellik, davranışlarındaki nezâket ve edep, derslerindeki üstün başarısı ile hocalarının takdirlerine mazhar olmuştu...

Tahsili devam ederken Sarıyer’de ikâmet ettiği ev, bir sel baskınına uğramış ve daha talebe olan Sâmi Efendi’nin kitaplarından bir kısmı selde zâyî olup gitmişti. Gençliğinden itibâren her şeye ibret ve hikmet nazarıyla bakan Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- bu hâdiseyi de farklı okumuş, bunu ilâhî bir îkaz olarak kabûl edip; “Gâlibâ bu meslekten nasîbimiz olmayacak!..” diye yorumlamıştı. Gerçekten de üniversiteyi “pekiyi” derece ile bitiren Sâmi Efendi Hazretleri, kul hakkı endişesiyle, geçimini hukuk alanından değil, bir ticarethânenin muhâsebesini tutarak temin etmiştir.

Yüksek tahsilini tamamlayıp, memleketi Adana’ya dönmek arzusunda olan Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, Bayezid meydanında bir Allah dostuyla karşılaşır. Bu zât Sâmi Efendi’ye, nereli olduğunu, İstanbul’da ne ile meşgul olduğunu sorar. Hazret, yüksek tahsilini tamamladığını ifâde ederek durumunu arz eder. Bu Allah dostu ona:

“–Sizi yeni bir tahsile başlatmama müsâade eder misiniz?” der ve onu Koca Mustafa Paşa semtinde bulunan Kelâmî Dergâhı’na götürür. Yolda sohbet ederken o Allah dostu, Sâmi Efendi’ye der ki:

“–Evlâdım! Senin bu zâhirî tahsilin kâfî değil! Sana, kişiyi iki cihan saâdetine götürecek esas tahsili tavsiye edeyim. Bu yeni başlayacağınız irfan mektebinin ilk dersi kimseyi İncitmemektir; son dersi de aslâ incinmemek... Yani Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanarak -ne hâl olursa olsun- hiç kimseye kırılmamak! Affedebilme olgunluğunun zirvesine erebilmek...”

Dergâhın mürşidi olan, zamanın Meclis-i Meşâyıh Reisi Es‘ad Efendi -rahmetullâhi aleyh-, genç Sâmi Efendi ile yakînen ilgilenir:

“–Evlâdım! Hastalık nerede ise tedâviye oradan başlamak icâb eder. En mühim uzvumuz kalp’tir... Bu sebeple, zâhirî nâfile ibadetlerden önce kalbimizi ihyâya başlayacağız. Kalp zikrine ehemmiyet vereceğiz!” der ve Sâmi Efendi için yeni bir hayat başlar.

Artık Sâmi Efendi, dergâhın genç bir hizmet eridir. Bahçe tanzimi, ayakkabıların tertibi, gelen ziyaretçilerin sıraya konulması, onlara yapılan ikramlar, Pîr Hazretleri’ne gelen mektuplara cevaplar, hep bu genç mürîdin uhdesindedir. Dergâhta bulunan kadîm müridler bile ona hayran olurlar. Zira o çok az uyur, akşamları yatakları serer, herkesle beraber yatağına girer, insanlar uyuduktan sonra sessizce kalkar, yeniden abdest alır, seccâdesi üzerinde uzun müddet tesbih, tehlil, zikrullah ve tefekkürle meşgul olurdu. İmsaktan evvel, bahçeden odun getirip kazanı yakar; gusül ihtiyacı olanlar için sıcak suyun hazır olduğunu haber verirdi.

Dergâhtaki bu umûmî hizmetlerin yanında, daha husûsî hizmetler gerektiğinde de, yine genç Sâmi Efendi ilk koşanlardan olurdu. Yaşlı müridler, hasta ihvan, hep Sâmi Efendi’nin candan hizmetleriyle perverde oluyorlardı. Es‘ad Efendi’nin müridleri arasında, mânevî derecesi çok ilerilerde olan Cide Müftüsü Hüseyin Efendi de bulunmakta idi. Hayli yaşlanmış olan müftü efendi hastalanmış, bakımı da çok güç hâle gelmişti. Dergâhta bu yaşlı zâtın memleketine, evlâtlarının yanına gönderilmesi istenince Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-:

“–Müsâade edilirse bu mübârek zâtın bakım ve hizmetini yapmak isterim!” dedi ve bu hizmeti de büyük bir edep ve hassâsiyetle îfâ etti.

Bu hâlis niyet ve nâzik hizmetin karşılığı olarak da müftü efendinin şu duâsına mazhar oldu:

“Allâh’ım! Bu yaşıma kadar bu kuluna ikram ettiğin mânevî lûtuf ve ikramların hepsini aynen bu genç evlâdımıza da ikram eyle…”

Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- dergâhta îfâ ettiği samimî hizmetler ve tasavvuf yolunda gösterdiği ciddî gayretler neticesinde nâil olduğu mânevî kemâlât ile de mürşidinin gözde bir talebesi oldu. Öyle ki memleketi Adana’ya gittiğinde, mürşid-i kâmili Es‘ad Efendi Hazretleri, onun gecikmeden İstanbul’a dönmesini arzu etti. Bu arzusunu da buram buram muhabbet ve hasret kokan şu mektupla kendisine bildirdi:

“Muhterem evlâdım!

Arzu ve iştiyâkım sabır ve tahammül çemberini çok fazla zorlamakta olduğundan, kışın şiddetine mukâvemet edemeyen bu ihtiyar pederinizi o güzel sîmânız ile bahtiyar ederseniz çok memnun olurum…

Şâh-ı Nakşibend Efendimiz Hazretleri’nin; «Bizim tarîkımız sohbet iledir.» şeklindeki hikmetli sözünü şüphesiz duymuşsunuzdur. Ömrünüzün baharının ter ü tâzeliği ihtiyarlık hazânı ile târumâr olmadan, yüce tarîkatin füyûzât çiçekleriyle rûhunuzu ve kalbinizi kokulayıp güzelleştirmek, bendenizin biricik arzu ve emelidir. Allah sizi muvaffak eylesin...”[3]

Üstâdının bu nâzik dâveti üzerine İstanbul’a dönen Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, sonraki zamanlarda da günlerini kâh Adana’da pederi Müctebâ Efendi’nin yanında, kâh Kelâmî Dergâhı’nda kendisini ikmâl etmekle geçirdi.

SAMİ EFENDİ İCAZETNAMESİNİ KİMDEN ALDI?

Sâmi Efendi Hazretleri’nin dergâhta kısa zamanda ulaştığı muvaffakıyeti yakînen takip eden Es‘ad Efendi -rahmetullâhi aleyh-, ona bir icâzetnâme takdim ederek hilâfet verdi. Es‘ad Efendi Hazretleri, bu icâzetnâmeyle, aynı zamanda Sâmi Efendi Hazretleri’ni târif etmektedir. İşte mürşidinin gözüyle Sâmi Efendi Hazretleri:

“Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm. el-Hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. Emmâ ba‘d:

İhvân-ı dîn ve erbâb-ı sıdk u yakîne arz ve ifâde olunur ki:

Hâmil-i varak-pâre-i dervişânemiz Sâmi Efendi veled-i mânevîmiz, eyyâm-ı şebâbını şerîat-i mutahharanın dâire-i necât-bâhiresinde geçirmiş ve Tarîkat-i Aliyye-i Nakşbendiyye’ye hizmet ve o yolda sarf-ı mesâî ve ibrâz-ı ciddiyette bulunmuş olmakla beraber, usûl ve kavâid-i mer’iyyeye tevfîkan ve hazarât-ı hâcegânın muâmelâtına tatbîkan, evvelâ letâif-i hamse-i âlem-i emri tasfiye ve sâniyen letâif-i hamse-i âlem-i halkı tezkiyeye gayretle hamden lillâhi Teâlâ âsâr-ı muvaffakıyet nâsiye-i hâlinde zâhir ve inâyet-i Samedâniyye letâif-i aşeresinde bâhir olarak usûlüne vusûl için mahsûl-i mârifeti olan arzusunu sâdık, şecere-i tevhîdin semeresini iktitâf için mürğ-ı himmetini âlî ve fâik görmüş olduğum gibi bir zaman dahî nefy ü isbât ve murâkabât gibi zât u sıfâtını tezyîn etmekte bulunduğunu gördüm.

Binâenaleyh zülâl-i saâdetten tâlib-i reşahât ve vâdî-i selâmetten râğıb-ı nefehât olan, yani Tarîkat-i Aliyye-i Nakşbendiyye’ye temessük ve intisâb arzusunda bulunan ihvân-ı dîne de tâlîm-i âyîn-i tarîkat için kendilerini me’zûn eyledim.

Kāle Tebâreke ve Teâlâ: “اِنَّ اللّٰهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلٰٓى اَهْلِهَا” Cenâb-ı Hak ve Hâdi-i Mutlak -celle celâlüh- Hazretleri’nden istirhâm ederim ki: Şerîat-ı mutahhara ve tarîkat-i münevverenin icrâ-yı ahkâmındaki şevk ve şetâretini bir kat daha tezyîd ve ol vechile birtakım ricâl-i muvahhidîni kāl ve hâlinden müstefid buyursun! Âmîn!

“رِجَالٌ لَا تُلْه۪يهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ” âyet-i celîlesinin ahkâmına vâkıf olan ihvân-ı kirâma arz edebilirim ki, tasfiye-i bâtın ve tezkiye-i nefse tâlib olanlar ve daha doğrusu silsile-i celîle-i Nakşbendiyye’den ahz-i füyûzâta râğıb bulunanlar, mûmâ ileyhin musâhabesine devam ve beyân eyleyeceği âdâbın riâyetine ihtimam sâyesinde nâil-i merâm olacakları şüphesizdir.

Bu icâzetnâmenin sâdeleştirilmiş hâli şöyledir:

“Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla! Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm, Efendimiz Hazret-i Muhammed’e, bütün âline ve ashâbına olsun!

Bundan sonra: Din kardeşlerime, sadâkat ve kuvvetli îman sahibi kişilere arz ve ifâde olunur ki: Bu dervişâne icâzetnâmemizi taşıyan Sâmi Efendi evlâdımız, gençlik günlerini nezih dînimizin kurtarıcı dâiresi içerisinde geçirmiş, yüce Nakşibendiyye yoluna hizmet etmiş, bu hususta bütün gayretini sarf etmiş ve bu yoldaki ciddiyetini açıkca ortaya koymuştur. Bunun yanında usûlüne uygun olarak ve Hacegân Hazarâtı’nın usullerini tatbik ederek letâifini tasfiye ve tezkiyeye gayret etmiştir.

Allâh’a hamd olsun, muvaffakıyeti sîmâsında ve hâlinde zâhir olmuştur. İlâhî inâyet, letâifinde açıkça tezâhür etmiştir. Onun vuslat arzusunun sağlam ve sâdık, tevhid ağacının meyvelerini elde edebilmek için gerekli olan himmetinin de fevkalâde yüksek olduğunu gördüm. Bütün bunların yanında bir müddet de nefy ü isbât ve murâkabelere devam ederek zâtını ve sıfatlarını da tezyîn ettiğini gördüm.

Bu sebeple saâdet pınarının tatlı suyundan içmek ve selâmet vâdisinden serinletici nefesler almak isteyen, yani yüce Nakşibendiyye yoluna bağlanma ve intisâb etme arzusunda bulunan din kardeşlerimize bu yolun âdâb ve erkânını tâlim etmesi için kendilerine izin verdim.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

«Muhakkak ki Allah Teâlâ, emânetleri ehline vermenizi emreder!..» (en-Nisâ, 58)

Cenâb-ı Hak’tan niyâz ederim ki; tertemiz şerîatin ve nurlu tarîkatin hükümlerini yerine getirmekteki şevk, şetâret ve neşesini bir kat daha artırsın! Ve birtakım tevhid ehli kimseleri söz ve hâlinden istifâde ettirsin! Âmîn!

“Öyle erler vardır ki onları ne ticaret ne de alışveriş Allâh’ın zikrinden alıkoyabilir…” (en-Nûr, 37) âyet-i kerîmesinin hükümlerine vâkıf olan kıymetli kardeşlerime şunu arz edebilirim ki; kalp tasfiyesi ve nefs tezkiyesi yapmak isteyenler, daha doğrusu Nakşibendiyye silsilesinden feyz almayı arzu edenler, Sâmi Efendi’nin musâhabesine (sohbetlerine ve onunla beraber olmaya) devam eder, beyân ettiği âdâba titizlikle riâyet ederlerse, muradlarına nâil olacakları şüphesizdir. «Bu, Allâh’a göre zor bir şey değildir.» (İbrâhîm, 20)

Günahlardan korunmaya güç yetirmek ve tâate kuvvet bulmak, ancak yüce ve azîm olan Allâh’ın yardımıyladır.

Allah Teâlâ, Efendimiz Hazret-i Muhammed’e, O’nun âline ve ashâbına salât ü selâm eylesin! Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsustur.”

Bu icâzetnâmedeki duâların da bereketiyledir ki Sâmi Efendi Hazretleri’nin ibadet ve hizmet hayatında son demlerine kadar büyük bir şevk ve neşe müşâhede edilmiş, hâl ve kāliyle de tevhid ehlinin yetişmesine vesîle olmuştur...

Sâmi Efendi Hazretleri’nin 39 yaşında olduğu 1931 senesinde, mürşidi Es‘ad Efendi -rahmetullâhi aleyh- şehîd edilmiştir. Artık onun omuzlarında büyük bir irşad emâneti bulunmakta, ancak gerek dergâhların kapatılmış olması, gerekse yeni ictimâî vasat, bu emânetin îcaplarını tam mânâsıyla îfâya müsâit değildir...

Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, geçmişte Hâris Muhâsibî, Alâüddîn Attâr ve diğer bâzı Hak dostlarının yaptığı gibi, âileden kalan büyük mîrasa el sürmemiş, hukuk sisteminin değişmesi sebebiyle de o alanda çalışmaya yönelmemiş, maîşetini Adana’da bir kereste ticarethânesinin muhâsebesini tutarak temin etmeye başlamıştır. Bir taraftan da hâl diliyle etrâfını irşâda devam etmiştir.

Onun işine gidiş ve gelişindeki dakiklik ve disiplin; şahsî hayatındaki sehâvet/cömertlik ve nezâket; ibadet hayatındaki huşû, huzur ve edep; toplum içindeki hâl ve tavırları, kendisini tanıyan herkes tarafından gıpta ve hayranlıkla seyredilmiştir...

Uzun bir aradan sonra 1947 senesinde hacca gitmeye müsâade edilince, Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- ilk kâfileyle yola çıkarak hac farîzasını îfâ etti. Bu sebeple de Hacı Sâmi Efendi diye tanınmaya başladı. İlk hac yolculuklarının Sûriye üzerinden yapılması sebebiyle de Hicaz yolu üzerindeki bilhassa Halep ve Şam ulemâsı tarafından kendisine büyük hürmet ve alâka gösterildi. Bu iki beldenin sâlihleri ve âlimleri, Sâmi Efendi Hazretleri’nin sohbetlerinden feyizlenmek için hasretle yolunu gözlerlerdi...

SAMİ EFENDİ’NİN İRŞAD HAYATI

Sâmi Efendi Hazretleri’ni dergâh günlerinden tanıyan ve irşadla salâhiyetli olduğunu bilen sevenleri, kendisiyle buluşabilme imkânları genişleyince ziyaretlerde bulunarak feyz almaya başladılar. Civardan ziyaretçileri günbegün artarken, Sâmi Efendi Hazretleri de fırsat ve imkânlar açıldıkça önce İç Anadolu’daki yakın şehirlere giderek irşad sohbetlerine başladı. Sonra da sevenlerinin talebi üzerine İstanbul’a taşındı. Takrîben 30 sene kadar İstanbul’da ikâmet etti.

Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, ticârî hayatın merkezi olan İstanbul’un Tahtakale semtinde bulunan bir işyerinde, bir taraftan muhâsebe ile meşgul oluyor, diğer taraftan da irşad hizmetine devam ediyordu. Kendisini tanıyanlar Anadolu’dan kâh işleri için, kâh mânevî istifâde için gelip onu bu işyerinde ziyaret ediyor ve büyük değişiklik ve feyizlerle memleketlerine dönüyorlardı. Sâmi Efendi Hazretleri de bu ziyaretleri karşılıksız bırakmıyor, müsâit olan ve taleb edilen şehirlere mukâbil ziyaretlerde bulunarak oralara ilim-irfan, takvâ ve hizmet tohumları ekiyordu. Zamanla İstanbul’da ve Anadolu’da, bilhassa ticaret ve sanayi erbâbından, esnaftan, ilim ehlinden, kendisine intisâb eden seçkin bir halka oluştu.

Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- husûsî ve umûmî sohbetleriyle irşad hizmetlerine devam ediyordu. Günlük hayatı ise ya işiyle ya eser te’lifiyle ya ibadetle ya da sohbet ve hizmetle geçiyor, hiçbir nefesini boşa harcamıyordu.

SAMİ EFENDİ’NİN GÜZEL AHLAKI

Sâmi Efendi Hazretleri’nin sîmâsındaki halâvet ve melâhatin güzelliği târif edilemezdi. O kadar halîm-selîm, yumuşak huylu ve melek sıfatlı bir Hak dostu idi ki kendisini yakînen tanıyanlar; “Melek Sâmi Efendi” derlerdi. Yeri geldiğinde ise gâyet cesur ve metânetli idi. Mübârek yüzü dâimâ mütebessim olmasına rağmen, gönlü mahzun ve düşünceli idi. Vakar, temkin ve îtidâl ehli idi.

Temiz, sâde ve düzgün giyinirdi. Sakalı bir tutamı geçmezdi. Saçlarını kulaklarının memelerine kadar uzattığı olurdu. Gâyet sakin ve ağır ağır yürür, fakat çok yol katederdi. Yanındaki yol arkadaşları kendisine yetişmek için âdeta hızlı yürümek zorunda kalırlardı.

Pek az yer, az uyur, konuşmanın zarurî olduğu hâller dışında sükûtu tercih ederdi. Zaruret hâlinde de pek kısa ve öz ifâdelerle, muhâtabının seviyesine göre konuşurdu. Fem-i saâdetinden ne bir kelime noksan ne de bir kelime fazla çıkardı. Her ifâdesi yerli yerinde idi. Tâne tâne ve kelimeleri dikkatle seçerek konuşur, mühim olan îkaz ve nasihatlerini üçer defa tekrar ederdi.

Kul hakkına çok riâyet ederdi. Tren bileti alacağı zaman, insanlar sırada beklemesin diye önceden bozuk para hazırlar, gişede para bozdurmak için zaman kaybetmezdi.

Dünyadan son derece müstağnî idi. Devamlı îsar, yani fedâkârlık hâlinde idi. Karaköy’den Tahtakale’ye kadar yürür, dolmuşa vereceği parayı, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği sıhhat nîmetine bir şükür ifâdesi olarak tasadduk ederdi. Sadaka vereceği parayı da güzelce bir zarfa koyar, büyük bir nezâketle ve teşekkür edâsıyla takdim ederdi.

Muhterem Üstad Hazretleri’nin hiç kimseyle çekiştiğini, münâkaşa ettiğini, münâzaraya girdiğini veya birinin gıybetini yaptığını gören işiten yoktu. O büyük Allah dostu, kader bahsine tam bir vuk¯ufiyet hâlinde olduğundan, hiç kimse hakkında sû-i zanda bulunmazdı. İlâhî ahlâk ile ahlâklandığı için, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarından, bilhassa “Settâru’l-Uyûb / ayıp örtücülük” ve “Afüv” (affedicilik) sıfatlarının kâmil tecellîleri kendisinde açıkça görülürdü.

Sevenlerini kat’iyyen ümitsizliğe düşürmezdi. Huzûr-i âlîlerine gelenler içinde ne kadar ihmalkâr ve hatâlı kimseler olsa da bunu yüzlerine vurmazdı. Fakat onlar da Efendi Hazretleri’nin nâzik bir üslûpla yaptığı gönül alıcı îkazlardan gereken dersi alır, hâllerini ıslah hususunda büyük bir gayret ve kararlılıkla huzûrundan ayrılırlardı.

Bir an olsun, bir mü’minin, hattâ bir mahlûkun kalbini kırdığı, gâfilâne harekette bulunduğu vâkî değildi. Her hâl ve hareketi ölçülü, nizamlı, yerli yerinde idi. Bu hâliyle o âdeta;

“Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi de pek güzel kıldı.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12) hadîs-i şerîfinin sırrından nasîb almaktaydı.

Sâmi Efendi Hazretleri hiç kimseye kızmaz, hiç kimseden kırılmaz, hiçbir iyiliğinden dolayı karşılık ve minnet beklemezdi. Kendisini seven ile yeren, güzel muâmele edilmek bakımından, nazarında eşit idi. Kendisini yeren kimse hatâsını anlayıp da samimiyetle özür dilerse hemen affederdi.

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar